AHMET ÖZHAN
Atatürk Kültür Merkezi
Evim AKM
Genç bir “opera solist sanatçı”sı olarak Ataürk Kültür Merkezi’nin (AKM) içine girdiğimde, beni karşılayan bir taraftaki geniş ve diğer taraftaki dönerek çıkılan ışıklı merdivenleri gördüğümde büyülenmiş ve “işte, ben burada olmalıyım!” diye düşünmüştüm. Sene 1981 idi. İsimlerini duyduğum ama henüz canlı olarak dinlemediğim büyük solistlerle aynı sahnede olacaktım. Herkese verilen kilitli dolaplardan bana da verdiler. Artık AKM’nin bir parçasıydım.
Tosca Operası’nda Angelotti rolüne yazıldım ve provaları sadece seyretmek durumunda bırakıldım. Son genel provada “haydi bakalım, sıra sende, sahneye çık!” dediler. Cebeci’deki Ankara Devlet Konservatuarı’ndaki öğrencilik dönemimin bir hesabını verecektim adeta. Okulda almış olduğum makyaj, dekor kostüm tarihi, eskrim, mimik, sahne, ritmik jimnastik, hareket, solfej, şan derslerim ve hocalarım birer birer gözümün önünden geçtiler adeta. Bütün derslerin -özellikle son dönemlerde- sınıfın tek öğrencisi olarak, konusunda uzman olan hocalarla teke tek çalışmış olmanın da manevi sorumluluğuyla bir sınav verecektim adeta. Prova zamanı yaklaştığında, o kısa rol için uzun uzun ses alıştırmaları yaptım, kostümümü giyip makyajımı kendim yaptım. Ve sonunda sahnedeydim… Orkestra şefi, rejisör ve yardımcıları, tüm orkestra, koro üyeleri ve kurumun hemen hemen tüm solistleri ilk kez sahneye çıkan bu genci merak ediyorlardı. Tosca Operası’nın ilk ölçülerini işitip, rol gereği kendimi kan ter içinde sahneye attığımda; AKM’nin o kocaman sahnesinde kendimi terk edilmiş, zavallı, acınacak, ezilmiş ve küçülmüş olarak gördüm. Daha sonra okuduğum Leyla Gencer’in hayatında olduğunda gibi kariyerinin başında yaşadığı gibi “o uçurumun kenarındaki anındaydım sanki”. Ya onun gibi atlayıp uçacaktım, ya da yere çakılacaktım. Ben de uçmayı denedim ve rolümün gereğini yerine getirmek için almış olduğum eğitimimi sahnede gösterdim. Dönemin müdürü Mustafa İktu, “artık sana böyle kısa roller vermeyeceğim” dedi ve hemen ardından kendi söylediği Bethoven’in IX. Senfonisi’ndeki bas solo partisini bana verdi.
AKM’nin arka bahçesinde bariton Sedat Öztoprak bana sürücülük dersi verdi. Otomobil kullanmayı parketmiş arabaların arasında öğrendim. Heykeltraş Halis Başarır’ın heykel atölyesinde çamurla oynayıp büst yapıyor, bale prova salonlarına girip desen karalıyor, dekor ve kostüm atölyelerinde sohbet ediyor, orkestra üyelerinin bireysel çalışmalarını dinliyordum. AKM’nin girilmemiş, ayak basılmamış hiç bir yeri kalmamıştı. Tatiller bana çok uzun geliyor, 31 Ağustos geldiğinde büyük bir heyecan yaşıyordum. Bu heyecanı sadece ben değil, kurumda çalışan herkes paylaşıyordu.
İmza zorunluluğu olmadığı halde istisnasız herkes 1 Eylül’de kantinde buluşur, tatilde neler yapıldığı konuşulurdu. Şan hocalarını özlemiş solistler ders yapmak üzere sıraya girerdi. Saadet İkesus Altan, Belkıs Aran, Elena Kember, daha sonra İ. Lütfiyar, L. Montefusco… Belli bir besteci ve stil doğrultusunda, Leyla Gencer’in üstüste geldiği seminerleri son derece yararlı buluyor ve iple çekiyorduk. Başta Elisabetta di Stefano olmak üzere Nurten T. Kolçak ve diğer genç piyanistler bir ordu gibi solist hazırlıyorlardı. Sahnede bir eserin piyanolu sahne provası varken aynı anda başka bir eserin orkestra provası olurdu ve ben aşağıdaki sahne provası ara verdiğinde – dinlenmek yerine- asansör bekleyecek sabrı göstermeden merdivenleri üçer beşer atlayarak üçüncü kata adeta fırlayıp orkestra provasını dinler ya da benim rolüme ait müzik çalınıyorsa, orkestra ile partimi söylerdim. Sahne müdürünün “aşağıda provada bekleniyorsunuz” uyarısıyla tekrar aşağıya sahneye inerdim. Akşam temsilim var mazeretine sığınmadan bütün gün provadan provaya koşturduktan sonar temsile çıkardım. Gece vakti yorgun argın eve dönerken “sabah olsa da yine bu büyülü mekana geri dönsem” diye düşünerek yıllar geçti. Normalde bu heyecanın bir sonu olmalı. İşin ilginç yanı, AKM’ye giriş heyecanım hiç bitmedi.
AKM, benim için sadece mesleğimi ifa ettiğim bir “iş yeri” değil, yaşamımın bir parçasıydı. Aynen evim gibi. AKM’de resim ve fotoğraf sergimin açıldığı gün aynı zamanda sahnede temsilim vardı. Diğer bir deyişle, hem bir müzik insanı hem de ressam ve fotoğrafçı olarak yer almıştım. AKM benimle, ben AKM ile bütünleşmiştim sanki. Bu duygu beni özel kılıyordu.
2010 İstanbul Kültür Başkenti olması nedeniyle, daha iyi koşullarda bir AKM düşüncesiyle yapılan tartışmalar, kavgalar, mahkemeler sonunda, 2008 yılında çıkmış olduğumuz AKM, yaklaşık 13 sene adeta kaderine terk edildi. Bu süre zarfında yapılamamış temsiller, konserler ve sergilerin eksikliğini; başta İstanbul olmak üzere, ülkemizin sanat yaşamına, insanlığa karşı yapılmış çok büyük bir haksızlık olarak görüyorum. Neyse ki, artıları eksileriyle -son derece hızlı bir inşaat süreciyle- bugün yine “AKM” ismiyle sanat yaşamımıza büyük bir ivme kazandırıldı. Kapalı olduğu dönemin intikamını alırcasına, adeta tam kapasite çalışan bir “sanat fabrikası”na dönüştü.
1981 – 2022… İçinde ya da dışında “O” hep benimle oldu ve olmaya devam edecek… Evim AKM…